İsmet İnönü’nün "Bir ülkede namuslular namussuzlar kadar cesur olmadıkça o ülkede kurtuluş yoktur.” sözünü, Türkiye’de yaşayan herkesin bildiğini sandığım bir sözdür.
Bu sözün psikolojik manada bir derinlik ihtiva ettiğini göz ardı etmemekte fayda var; hele hele burası bir Türkiye Devletiyse.
Maalesef son iki asrımızdan bugüne ülke olarak maruz kaldığımız birçok ihanet olmuştur. İsmet İnönü, iki asırlık sürecin son çeyreğinde bu millete yaşattığı zulümiyle kendisini kanıtlamış biri. Bin yıl İslam bayraktarlığı yapan bir millete yirmi yıl asli hüviyetinden çıkardığı ezanları dinlettiren biri. Camilerin ahır olarak kullanıldığı, pavyon yapıldığı dönemin banisidir bu adam. O yüzden namuslu insanların neler yapabileceğini çok iyi bilir. Bu millet, dış bağlantılı iç desteklerle reva görülen nice şenaate şahit oldu. Aslında İnönü’nün bu sözü şenaat sahiplerinin ruh hallerini çok güzel tahlil eden bir sözdür. Şenaatleriyle maruf ihanet ruhlu tipler her daim namus abidesi olarak kabul edilen, vatanını canı pahasına savunup koruyan iyi insanlardan her daim korkmuşlardır. Namusluların cesareti bu anlamda dikkat çekicidir ve her zaman hainlerin korktuğu tek şey olmuştur. Hainlerin korkusu aslında ihanetlerinin açığa çıkmasından kaynaklanır. O sebeple yer altı usullerle sinsice hareket edişler kaçınılmazdır bunlar nezdinde. Çok yüzlülük hedeflerine varma süresince de belirgin kimlikleri olagelmiştir. Yalan söyleyerek kandırmadık kimse bırakmamak gayet normaldir bu tür insanlar için.
Hainlerdeki korku, her şeyi hesaba katan çok yönlü planların yapılmasını salık kılar. Buna mukabil iyi niyetli insanların amaçlarında kötülük olmadığı için bir gün geldiğinde kötülerle mücadele edecek zorunda kaldıklarında mukavemetleri kötü niyetlilerinkisiyle kıyasla çok cılız karır. İhanete maruz kalığında önceden hesaplanmayan şenaatlere kısa zamanda organize olunamayacağı için verilecek mücadele fert planında kalır ve kötülere yenik düşülür.
Dünya tarihinde bunun en somut örneği, Cezayırlılara karşı katliam gerçekleştiren Fransa’nın kan donduran zulmüdür. Özelimizde ise içimizde yaşayan Ermenilerin ihanete bulaşanlarca Taşnak ve Hınçak terör örgütü şemsiye altında gerçekleştirdiği zulümlerdir. Bir adım daha yakını Osmanlıya karşı dış mihrakların güdümünde hareket eden ve çoğu azınlıklardan oluşan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sinsi planlarıdır. Sonuçta olan, yıkılan bir Osmanlı Devleti oluyordu ve kurulan yeni Cumhuriyette de eften püften sebeplerle darağacında sallanan nice münevver Anadolu insanına oluyordu.
Bu Anadolu insanına reva görülen zulme İnönü’nün tarif ettiği o namuslu insanlar engel olamamıştı. Çünkü o namuslu insanların cesaretini kıran hainler Anadolu’muzda at oynatarak cirit atıyorlardı.
Bir gün geldi o namuslu insanlar Menderes’in liderliğinde bir araya gelerek bu topraklara hayat suyu oldu. İyi insanların kötü insanlar gibi derin hesapları olmadığı için hayat suyu kaynakları on yıl ancak sürebildi. Kötü insanlar yine işbaşındaydı. 1961 yılında ihtilal ile başlayan zulüm, bu milleti her on yılda bir budayarak nice canların heder oluşuna yol açtı. Korkuları namuslu insanların bir gün hesap soracak olmalarıydı. O hesabı sormasınlar diye göz açtırmıyorlardı bu millete. Menderes’in idamı için neden Yassı Ada seçildi? Zulümde zirvede olmalarına rağmen namuslu insanların kendilerine her an baskın yapacakları korkusundan değil miydi? Korkunun ecele faydası olmadığını bilmiyorlarcasına pervasızlardı.
Daha sonra sırasıyla gerçekleşen 1970, 80 ihtilalleri ile 28 Şubat post modern darbe ve askeri muhtıralar hep bu namuslu insanların cesaretini kırmak içindi. Bu yolda cesarete gelen nice insanımız katledildi. Turgut Özal onun için zehirlenerek öldürüldü; Necmettin ERBAKAN yine bu nedenle engellenmişti.
Çekiç Güç'ün Türkiye'den ayrılması gerektiğini, ABD'nin Irak'ın kuzeyinde sözde "Kürt devleti" kurmaya çalıştığını söyleyen Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis, Ankara’da 17 Şubat 1993’te Diyarbakır’a gitmek üzere bindiği uçağın düşmesi sonucu şehit ediliyordu.
Muhsin Yazıcıoğlu cesaretin mücessem örneği olduğu için bir kış günü kurulan pusuyla düşürülen helikopterle hayata veda ediliyordu.
Diyarbakır emniyet amiri Gaffar Okkan’a yapılan suikast bunun için değil miydi? Evli ve 2 çocuk babası Okkan, 24 Ocak 2001 günü seyir halindeyken, Şehitlik semti Sezai Karakoç Bulvarı'nda pusuya düşürülerek şehid ediliyordu.
Gaffar Okan ki, İhtiyaç sahibi ailelere ve öğrencilere desteğini esirgemeyen; şehirde küçükten büyüğe herkesle geliştirdiği iyi ilişkilerle Diyarbakırlıların gönlünde taht kuran; kadın polisleri Diyarbakır'da ilk kez sokağa çıkaran; tebdili kıyafetle kenti dolaşırken zaman zaman yolda gördüğü yaşlıları da makam aracıyla evlerine bırakan; çocukları eğitime kazandırıp gençleri spora yönlendiren; gece şehirdeki güvenliği takip eden; Diyarbakırspor'un "onursal başkanı" ilan edilen ve Diyarbakırlıların çocuklarına ismini verdiği halkın adamıydı.
Kıbrıs Barış Harekatı sonrası ABD'nin Türkiye'ye karşı ilan ettiği ambargo sonrasında kurulan Askeri Elektronik Sanayi (ASELSAN)’nın, 8 mühendisinin şüpheli ölümüyle sonuçlanan iş kazası süslemeli hain tuzak bu sebeple tertip ediliyordu.
Isparta'da, 30 Kasım 2007'de, Prof. Dr. Engin Arık ve beraberindeki akademisyenlerin içinde bulunduğu, yolcu uçağı, 30 Kasım 2007 tarihinde, Süleyman Demirel Havalimanı'na inişe geçtiği sırada Türbetepe'de düşürüldüğünde Uçakta yaşamını yitiren yolcular arasında, Türkiye'de toryum, Türk Hızlandırıcı Projesi, Bilim Kenti ve CERN süreciyle ilgili önemli çalışmaları olan Boğaziçi Üniversitesi'nden Prof. Dr. Engin Arık ile araştırma görevlisi Özgen Berkol Doğan, yüksek lisans öğrencisi Engin Abat ile Doğuş Üniversitesi'nden Prof. Dr. Şenel Fatma Boydağ, Doç. Dr. İskender Hikmet ve araştırma görevlisi Mustafa Fidan da bulunuyordu. Manşetlere düşen bu haber, cesur bilim adamlarımızın nasıl yok edildiklerini gösteren feci bir olayın hazin hikayesiydi.
Tarihler 4 Şubat 2001’i gösterdiğinde, Avustralya’nın Dubbo kentinde bir trafik kazası meydana geliyor ve karşı yönden gelen tır, içinde Türklerin bulunduğu bir arabaya çarpıyor ve olay sonucu vefat eden iki kişiden bir Prof. Dr. Mahmut Esad COŞAN, diğeri de damadı Prof. Dr. Ali Yücel UYAREL idi. Bu iki ilim adamı Anadolu’nun namuslu insanlarını cesarete getiren mümtaz iki şahsiyetiydi.
Bu milleti cesarete getirecek cesur insanlar hep engellendi bu ülkede.
Recep Tayip Erdoğan’la başlayan yeni dönem namuslu insanların cesaretle destan yazdığı bir dönüm noktası oldu. Bu dönemde hainler elbette tıynetleri gereği yine durmayacaklardı. Namuslu insanların cesaretlenmesi foyalarının ortaya çıkması demekti. Olso olayı, Gezi eylemleri, Kobani kumpası, Hendek alçaklığı, büyük şehirlerde gerçekleştirilen ve kanla sonuçlanan bombalı eylemler, MİT Tırları krizi, 17-25 Aralık baskınları hep bu namuslu insanların cesaretini kırma adına yapılıyordu.
Takvimler 15 Temmuz 2016’yı gösterdiğinde, son bir çırpınışla milletin cesaretini hepten yok etmek için yukardan tepelerine ateş yağdırmaktan bir an gözlerini kırpmayan hainlere bu millet 251 şehit vererek engel oluyordu. Belleri bir daha doğrulmamacasına kırılıyordu. Kimi hain, kurtuluşu düşmana sığmakta buldu, kimi de kodese tıkılarak bertaraf edildi.
Türk milleti o gece Türkiyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Romanıyla, Yörüğüyle; alevi ve sünnisiyle meydanlarda tek vücut olmuş bir kurtuluş destanı daha yazıyordu.
Ömer Halis Demir, Fethi Sekin, Eren Bülbül ve Yasin Börü bu millete adanan kahramanlardı.
Bu destanı hafife alan hainler elbette çıkacaklardır. Tiyatro diyenler olacaktır.
15 Temmuz bu milletin bir zaferidir.
Namuslu insanların cesaret bayramıdır.
Bugünün güçlü Türkiyesi o günün meyvesidir.
Toplumu kemiren kubur faresi ne FETÖ ne de PKK’dan bir eser kaldı o günden bugüne…
Mustafa SALİM
15 Temmuz 2024, ANKARA.