Tarihinden kim utanır? Belki de hiç kimse... Sığır çobanlığından gelme, hiçbir tarihi derinliği olmayan ABD, geçmişini öyle bir güzel anlatıyor ki bırak sadece kendi halkı, dünya bile kabul eder hale geldi. Diğer taraftan hafsalalara sığmayacak derinlikte köklü bir tarihi olan bizler ise maalesef yaşanan gerçekleri anlatamıyoruz ya da anlattırmıyorlar.
Anlattırılmayan ve de anlatamadığımız tarihimizden habersiz yetişerek türeyen bir nesil maalesef tarihimizden utanır hale getirildi. Tarihini bilmeyen bir nesil, geleceğini nasıl inşa etsin?
Osmanlı’nın yıkılışından sonra inşa edilen yeni devleti birileri, tarihiyle sorunlu hale getirdi. Uzak ve yakın tarihimizi kaleme alan ellerin Türk olmaması birçok soruyu akla getirmektedir. Dilimizi dizayn eden kalemler de maalesef yine Türk kalemi değildi. Dil ve tarihe biçilen kaftan aynı zamanda dinimize biçiliyordu. Bu üç alan içiçe olup biz biz yapan değerler hazinesiydi...
Tarihimize yön veren inancımızdı. İnancımızdan aldığımız güç bize dünyaları fethettiriyordu. Kendimizi Allah’ın dinine adamış bir millet haline getirmiştik. Allah’ın askerleriydik. Kalbimiz imanla dilimiz dualarla süslenmişti. Kur’an dilimiz olmuştu. Allah’ın kelamıydı çünkü. Tebliğdi vazifemiz. Sahip olduğumuz güzellikleri tüm dünyaya yayma görevini üstlenmiştik. Bu uğurda seve seve canlar veriyorduk. Emperyalist değildik. Gittiğimiz her yere sağnak sağnak bereketler yağdırıp adaletle hükmediyorduk. Dünya, huzur ve mutluluğu bizimle yakalayıp yaşıyordu. Kısacası insanlığa adanmış bir tarihin mensubuyduk.
Tarihten utandırmanın iki yolu vardı. Tarihi anlamaz bir neslin yetişmesi için dilin dejenerasyonu; ikincisi bu neslin dininden uzaklaştırılmasıydı. Her ikisini de hayata geçirdiler... Dini değerler üzerine ikame edilen bir tarih, bu değerlerden soğutulan nesillerce çok rahat terkedilip karalanabilirdi. Bunun için en kolay yol, gençliğin dininden uzaklaştırılmasıydı.
İstanbul’u feth etmek, her müslüman toplumun ana hedefiydi. Kaynağı dindi bu hedefimizin. Sultanlar bu ruhla yetişirdi. Halkın hepsi bu bilinçteydi. Batı bunu çok iyi biliyordu. Neşteri nereden vuracağının hesabını iyi yapmıştı... Onlar da şu hedefe kilitlendiler; O da Kur’an’ın Müslümanın elinden alınmasıydı...
Bu milletin tarihinde nice destanlar var. Saymakla bitmez. Yazmaya kalkışsak mürekkepler yetmez. Destanlarımız imanımızın tezahürüydü. Malazgirt bir destandır; İstanbul’un fethi bir destandır tıpkı Çanakkale Destanı gibi...
1453’ü zulmün başladığı tarih olarak gören bir nesil varsa içimizde, bunlara tarihimizi anlatamamışız demektir. Bunu dile getirenlere bakıyorsun imandan bihaberler. Gördük bunları Gezi kalkışmasında; camilere ayakkabı ile girip içerde alkol içenleri. Dini değerleri hiçe sayanları. Anladığımız dilden konuşmayanları...
Bugün Çanakkale zaferimizin yıl dönümü. Çanakkale imanın şahlanışının sahlendiği bir cephe. Yedi iklimi cihana karşı ümmetin tek vücut olup canı pahasına mücadele verdiği bir serhat. Nice ilahi tecelliyatın yaşandığı muazzam bir siper. Çanakkale’yi geçilmez kılan, işte bu imanımızdı... İngilizler ‘biz orada Türklerle değil, onların Allah’ıyla savaştık’ sözünün buydu manası...
Çanakkale ruhunu, o diyarları turistik ziyaretlerden öteye geçmeyen turlarla yaşatmaya çalışmak boşuna bir gayret gibi geliyor bana. Ondan önce yapılması gerekenler olmalı. Bunun da yolu imanlı bir gençliğin yetişmesidir. Sonra doğru bir tarih ve asli dilimizin öğretimi gelir.
Çanakkale ruhu önce bireysel yaşatılmalıdır. Çanakkale’de destan yazanlar hayatının ekseninde inancı olan insanlardı. Gayeleri, Allah’ın rızası olan müminlerdi. Şan, şöhret ve dünya menfaati peşinde koşanlar değildi...Ferdi hayatlarında imanın tadına varan müminlerdi.
Gündelik hayatında secdenin tadına varmayan anlamaz Allah’ın cihadı farz ediş sırrını ..
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilâkis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.” ayetin derin manasını içleştirmeyen bir akıl anlamaz halifenin bir emriyle dünyanın bir ucundan koşarak ölüme gelmenin ince hikmetini..
Allah anıldığı zaman kalbi titremeyen biri anlamaz Seyit Onbaşı’nın 250 kg. ağırlığında bir topu tek başına kaldırıp namlunun ağzına koyuşunu.
Oruç ibadetinin hazzına varamayan anlamaz cephede günlerce aç kalmış askerin mücadele verirkenki aşkını...
Savaşta onları siz öldürmediniz, onları Allah öldürdü; oku attığında da sen atmadın, Allah attı” ayetinden habersiz biri anlamaz İngiliz ordusunun üstüne çöken bir bulutun yükselişinden sonra birlikteki tüm askerlerin yok oluş sırrını...
Aslına bakılırsa destanlarımız ilahi sırlarla doludur. İstanbul’un fethinde Fatih’in dahi bir an karamsarlığa düştüğü sırada Akşemsettin hazretlerinin çadırında secdeye kapanarak gözyaşlarına boğulduğu dua anının sırrı.
Fetihi mübin gerçekleşince sünnet namazını hiç terketmeyen birinin namaz kıldırması gerekir dendiğinde birçok ulema ve tarik ehli içinde Fatih Sultan Mehmet Handan başka kimsenin bulunmadığı gerçeğinin sırrı.
Farz namaza durunca ilk tekbiri üç defa almasının sebebini soranlara Fatih’in, her namaz kılışında ilk tekbirde Kabe’yi görürken o günkü kıldırdığı namazın ancak üçüncü tekbirinde Kabe’yi gördüğünü anlattığı sır...
15 Temmuz destanımızın altında yatan ruh, işte bu Çanakkale ruhuydu. O sır burda da vardı.
Her milletin, tarihinde nadiren meydana gelen olağanüstü olayları müfredatlarına alıp anlattıklarını bilmeyenimiz yoktur. Genç kuşaklara ibret niteliği taşıyan tarihi olayların olumlu ya da olumsuz oluşlarına bakılmaksızın derslerde konu olarak ele alınması, konulara uygun etkinlikler düzenlenmesi gibi uygulamalar şuurlandırma adına eğitimin vazgeçilmez metotlarındandır.
Örneğin Japonlar, atılan atom bombasıyla büyük hezimet yaşadıkları Hiroşima ve Nagazaki kentlerine olayın yaşandığı tarihlerde öğrencileri oralara götürüp gezdirdikten sonra ‘çalışmazsanız bu felaketi bir daha yaşarız’ telkiniyle çocuklarını bilinçlendirdiklerini dile getirdiklerinde bizim yetkililerden birisinin kalkıp "Bizim Hiroşima ve Nagazaki'miz yokturki!" demesi gafletini gösterince Japon heyeti kulağımıza küpe olacak şu gerçeği dile getiriyor;
“Elbette var. Bizimkinden çok daha önemli. Bir tanesi Çanakkale Savaşları'nın olduğu bölge. Bu bölge, gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile. Bir metre kareye on iki bin merminin düştüğü, dünya savaş tarihinin en büyük ve en çetin savaşlarının yaşandığı Çanakkale'niz var. Sizler de çocuklarınızı o büyük savaşların yapıldığı yere götürebilirsiniz.” Japonya bu etkilikte bulunurken, çocukların alt yapısını hazırlamadan asla bu işe girişmiyordur. Okullarındaki müfredatta kutsal metinden parçalar işlenir gibi çocuklarının zihinlerine işlemekteler.
Biz gayet iyi biliyoruz Çanakkale Savaşlarının biz Türkler için bu ülkede yaşayan herkesin vücudunun her zerresini iliklerine kadar titretecek yoğunlukta müthiş bir güç ve etkiye sahip olduğunu.
Son yirmi yılda Milli Eğitim Bakanlığı bu manada Çanakkale gezileri tertip etmektedir. Bu ruhun genç nesillere aktarılması bakımından kayda değer bir etkinlik olsa da asıl üzerinde durulması gereken konu çocuklarımızı bilinçlendirecek milli ve manevi eksenli müfredatın hazırlanmasıdır. İnanç esaslarımızın merkeze alındığı müfredatın acilen uygulanmaya başlanmasıdır. Çocuklarımıza tarihi şuur verilip, bu konu ruhlarına işlenirken bunu önce dinini ve sonra da dilini öğretmekle işle başlanılmalıdır.
Geçmişiyle barışık ve geçmişini anlayan bir gençlik, geleceğimizin teminatı olacaktır. Tarihinden utanan değil tarihine sahip çıkarak gurur duyacak bir gençlik istiyoruz. Tarihimizin dokunan her imleği imani motiflerle bezenmiştir. Bu motifleri gençliğimizin benliğine nakşetmeye hemen başlamalıyız.
Mustafa Salim
18 Mart 2024 Ankara