Ne bir anne ve babanın değeri sığar bir günlük anne ve babalar gününe; ne de öğretmenin değeri dile gelir bir günlük öğretmenler gününde. Hayatımızın her anında imlek imlek dokunuşu olan kişilerdir bunlar.
Bir öğretmen, insan hayatında bıraktığı izlerle, kaderimizin tecellisinde önemli roller üstlenir.
Bu manada yetişmemde emeği geçen bütün ögretmenlerimi saygıyla anıyor, kendilerine tahsis edilen değil bir günü, ömürlerini geçirdikleri tüm günlerini kutluyorum. Halil Çilbant, Sükran Çelebi, Ayhan Akpınar; Mehmet Karaca, Zülfikar Yazan, İdris Doğangün, Muharrem Evren; Resul Şahin, Ahmet Koçali, Cemal Elbir, Yusuf Memiş, Veli Alıcı, Ismail Baldan, Ramazan Mesut Aydoğan, Erdoğan Bozdağ, Muhsin Pak, Burhanettin Temiz, Ibrahim Usta, Turan Cennetkuşu, Abdullah Çakir, Süleyman Büyükköroğlu, Ibrahim Bican ve ismini buraya yazamadığım nice ögretmenlerim...
Ve sevgil meslektaşım tüm öğretmenler...
Bugün, hayatımı etkileyen ilk öğretmenimi bu gün vesilesiyle anarak o günkü şartlara dikkat çekmek suretiyle, hem imkansızlıklar girdabına boğulmuş okulsuz bir yayla köyünü, hem de tüm zor şartlarda görevini ibadet aşkıyla deruhte eden öğretmenimi kah hikaye diliyle, kah felsefi yorumlarla dile getirmek istiyorum.
Okulun binası artık tamamlanıyordu. 1976 Yılının Eğitim-Öğretimine açılacaktı okulumuz. Eylül ayı geldiğinde köyümüze bir öğretmenin tayın edildiği haberi çoktan gelmişti. Evli bir erkek öğretmendi gelecek olan. Önce köyü, okulu incelemeye geldi. Ailesini getirip getirmeyeceği bu incelmesine bağlıydı. Okul ve lojmanı beğenmişti. Köyümüz de yaşanılacak bir yayla köyüydü. Öğretmenimiz Malatya’nın Akçadağ ilçesi nüfusuna kayıtlı Hamza BEYDOĞAN’dı. Uzun boylu, hafif kıvırcık saçlı ve yakışıklı biriydi.
Öğretmenimiz evini de taşımıştı. Fatih adında bir çocukları vardı. Çok hastaydı. Ve o sene köyde vefat etti. Çok üzülmüşlerdi. Hanımı İnayet yengemiz, metanetli, eşine sadakatte bir abide örneği, kısa zamanda köyle bütünleşen ev hanımı bir hanımefendiydi.
Okula kayıtlarımız yapıldı. Okuma yazması olan çocuklardan sekiz kişiyi ikinci sınıfa aldı öğretmenimiz. Diğer çocuklar da birinci sınıftalardı. Birleşik sınıflı bir okuldu. Öğretmen bir saat birinci sınıflarla ilgileniyordu bir saat da bizimle. Onlar ders yaptığı saatte biz ödevimizi yapardık. Ayrıca beşinci sınıfa alınan çocuklar da vardı.
Okullar açılmış ve dersler başlamıştı. Siyah önlükler, beyaz yakalıklar bize bir ayrıcalık katmıştı o güne kadar ki yaşantımıza nispetle. Bilgileniyorduk sonuçta. Dikkatimi çeken ilk husus, yaramazlıklarımızın tatlı dille anlatıliyor olmasıydı. Can kulağıyla dinliyorduk. Tabiri caizse adam yerine konuluyorduk. Bize değer veriliyordu.
Babamın bir yıl boyunca beni eğitmiş olması ikinci sınıf derslerine adapte olmamda çok işime yaramıştı. Bu yüzden sınıfın en başarılı öğrencisi bendim. Hatta sınıf başkanı bile seçilmiştim. Ben artık bilge bir çocuktum. Öyle bakıyordum kendime. Oyun oynarken bile artık okulculuk oyununu oynar ve öğretmenlik yapardım oyun boyunca. Bu kadar etkili olmuştu okul üzerimizde ve hasretinde kalmıştık eğitim öğretimin. Biz ikinci sınıf arkadaşları olarak okuma yazmayı daha önce bildiğimizden adaptasyon noktasında sıkıntı çekmemiştik. Ödevlerimizi hayranlık ve özveri ile yapardık. Babam ödevlerimde yardımcı olur ben de köyün diğer çocuklarına yardımcı olurdum.
Hala düşünüp de fakat bir türlü cevabını bulamadığım şey, Kürtçe konuşan bizler Türkçe verilen eğitime nasıl uyum sağladığımız gerçeğiydi. Türkçe dersinde ödev olarak bir şiir ezberlenecek; gece yarılarına kadar çalışmış, fakat bir türlü ezberleyememiştim. Hırsımdan ağlamıştım, neden ezberleyemiyorum diye. Tabi o yıllarda dil faktörünü hesaba katamamıştım. Öğretmen bu durumun farkındaydı mutlaka ama bizler öğrenci olarak öğretmenin verdiği ezberi yapıp yapmamakla mükelleftik.
Okul ortamı gerçekten çok önemli insanın hayata hazırlanması noktasında. Bir sene önce de okuma yazmalarım vardı ama amaçsız gibi geliyordu bana. Nereye götüreceği belli olmayan bir yolda yürümek gibiydi. Okula başlayınca insan daha emin adımlarla yürüdüğünü hissetmeye başlıyordu.
Okula mezradan gelen öğrenciler de vardı. Özellikle kış günlerinde bu öğrenciler, köyde akrabalarının evlerinde kalırlardı. Ancak hafta sonları evlerine giderlerdi. Cuma namazı için köye gelenlerle de evlerine dönerlerdi.
Öğretmenimiz kısa sürede köye, köy esprilerine alışmıştı. Lojman köyün biraz dışındaydı ama bu bir sorun teşkil etmiyordu ve komşuluk ilişkileri yoğundu. Hemen hemen her akşam bir evde toplanırlardı. Öğretmenimiz akşam ödevlerimizi yapıp erkenden uyumamızı isterdi. Ödevlerimizi yapardık da fakat erken uyumaya gelince bu konuda öğretmeni pek dinlediğimiz söylenemezdi. Hele ki köyde bir evde toplanılmışsa gitmemezlik hak getire. Çocuk olduğumuz için toplanılan evlerde gürültü çıkarırdık. Bu da muhabbet için toplananların canına tak ederdi. Çocuklara kızamazlardı çünkü gelen her çocuğun yanında babası, amcası yahut dayısı olurdu. Uyarıları dinlemezdik. Taki öğretmen gelene kadar. Bu tür yaramazlıklarımız artık öğretmene aktarılıyor ve ertesi gün öğretmenden iyi bir nasihat dinliyorduk. Ne de sevinmiştik, okullu olmuştuk ve öğretmenimiz her şeyi anlatarak öğretiyordu; hem de o güne kadarki köy büyüklerimizin bizi terbiye edişlerinde görmediğimiz bir merhametle...
Köy ve şehir yaşantısının çocuklar için belki de en ayırıcı tarafı burasıydı. Adam yerine konmamak. Kişilikli yetişmek için dikkat edilmesi gereken bir konu. Büyük ve değerli insan hissiyatıyla yetiştirmek gerekir çocukları. Köylerde bu durum maalesef göz ardı edilebilmektedir. Merhamet, buna dayalı incelik ancak eğitimli çevrelerde olduğunu biz daha sonraki yallarımızda görebilmiştik. Çocuklara böylesine olumsuz yaklaşımlar, zamanla kişiliklerinde bozulmalara, o da öz güvenlerinin azalmasına hatta yok olmasına kadar götürürdü. Neyse biz yine de o ortamda okulumuzda bir nebze de olsa öğretmenimiz marifetiyle bunu yakalamıştık. Çok güzel bir duyduydu, değer görerek muhatap alınmak.
Hamza öğretmenimiz inançlı biriydi. O yüzden daha çok etkiliydi üzerimizde. Camide beraber olmak, namaz kıldığını görmek o yıllarda öğretmenlerde pek görülmeyen bir durumdu. Anlattıkları bizim için hayatın ta kendisiydi artık. İnanç ve bilgide beraberliği yakalamıştık. Gönül rahatlığıyla öğretmeni dinleyebiliyorduk, hem de korkmadan, endişeye kapılmadan.
1970’li yıllarda dinsizlik bir moda haline getirilmişti. Dinsizce tavırlar, dini hassasiyet içindekilere karşı tepeden, alaycı bakışlar, onları ezmeler; kültürlü ve modern olmanın vazgeçilmeziydi. Onun için halk isyandaydı. Belki de özellikle kız çocuklarını okutmamalarının ana sebebi buydu. Okuyup dinsiz olacağına, tarlasında, bağında bahçesinde çalışarak ahlaklı yaşayıp imanını muhafaza etmesi daha önemliydi.
Tabi biz bilemezdik karanlık bir yapının bu durumu ülkemize dayattığını, eğitim yoluyla gençlerin zehirlenmeye çalışıldığını, tarihini unutan ya da tarihine düşman bir neslin yetiştirilmeye odaklandığını…
Birileri, özellikle de öğretmenlerin toplumun örf adetine ters, dinden uzak durmalarını istiyordu. Bir proje gereği aslını inkâr edecek gençlerin yetişmesi için azami gayret sarf ediliyordu. Toplumun tepkisine maruz kalmamak için doğrudan dinsiz olduklarını söylemezlerdi. Laiklik adına salvolar atılırdı. İtiraz edenlere, aba altında sopa gösterilirdi. Dinini, ahlakını, örf adetini savunanlara uydurukları kılıflarla korku salarlardı. Müslümana, Müslüman olduğu için değil, yobazlık, gericilik yaftalarıyla saldırırlardı. Camiden çıkan hacı babaya, icabında kahrolsun şeriat dedirtebiliyorlardı. Hacı baba nerden bilsin ki kıldığı namazın şeriatın bir gereği olduğunu; dolayısıyla şeriatçı olduğunu. Böyle kavramlarla zihinler bulandırılıp yıllarımız zehir edilmişti.
Gerçekleri anlatacak ne bir radyo, ne güçlü bir gazete ne de geniş yelpazeli bir dergimiz vardı. Televizyon ise yeni yeni piyasaya çıktığı için İstanbul, Ankara ve İzmir’de ancak yayın yapabiliyordu; o da kısıtlı olarak. Halk bir körlüğe doğru sürükleniyordu. Ortaya atılan yalanlara kananlar çoğunluktaydı.
O günkü şartlarda iki farklı öğretmen tiplemesi arasındaki kıyaslamamda halktan biri olanla olmayanı ayırt edebiliyordum. Hamza öğretmeni sevmem, sevmemiz öylesine bir sevgi olmadığı ortadaydı. Halkın adamıydı. Bizim gibi düşünüyor; bizi üzen şeylere üzülüyor, sevinmede bizim gibi davranıyordu. Bu sebeple büyük etkisi olmuştu köylü üzerinde.
Genelde öğretmen ve imam ayrı kulvarın adamları olurlardı o günkü Türkiye’de.
Öğretmen dünya ile iç içe olmaklığı, haliyle eğlence adına ne varsa her şeyi temsil ederken; imam, yönü ukbaya dönük, ölümü hatırlatan bir tipleme ile karşımızdaydı.
Öğretmenin etrafını gününü gün eden gençler sarmalamışken, imamın etrafını ise bir ayağı çukurda olan ihtiyarların sarması sanki önceden dizayn edilmiş bir filmin senaryosunda her ikisinin rolünü oynaması gibi mizansen bir hayatın sergilenmesiydi...
Bu sahnede öğretmen ve imam asla bir araya gelmemeliydi;
Biri heyecanı temsil etmeli, diğeri ise ölümlüğü…
Biri hayatın tüm renklerini aksettirirken diğer gri ya da siyah renkli olmalıydı.
Biri keyif adına ne varsa her şeyi yaparken diğeri, keyifleri kaçıran tavırlar sergilemeliydi.
Biri dünya dediğin kaç günlük bir sahne ki bugün var, yarın yoksak, günümüzü gün ederek yaşamalıyız felsefesindeyken diğeri, bir anlık tadın ıstırabını öteler ötesi hayatta sonsuza dek yaşamayalım fikrinin adamıydı.
Çok yanlış bir senaryonun filmiydi İslam ülkelerinde oynatılan. Bin yıl dünyaya hükmetmiş bir geçmişin mirasını taşıyan bizler iki dünyası eşit olanın zararda olduğu, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete adanmış hayatın mümessilleri iken, düşürüldüğümüz bu vaziyet bir işkence oluvermişti Anadolulu insanın omuzlarında.
Dünyayı ahiretin tarlası olarak gören, kıyametin son günü bile olsa elindeki fidanın dikilmesinin gerekliliği üzerine yetişen ve etrafının güzelliğini zihnin arka planındaki cennet motifleriyle bezemeye gayret eden insanların iki kanatlı kuş gibi hem dünyalarını mamur eden hem de ahiretinin hesabında olan bizler nasıl da iki gruba ayrıştırılmıştık o yıllarda.
Hamza hocanın gelmesiyle yine o güzelliği yakalamıştık. İki ayrı kutuplu bir eğitim yoktu köyde;
Öğretmenin anlattığını can kulağıyla dinleyen imamı, Cuma vaaz ve hutbesinde de öğretmen dinlerdi aynı şekilde can kulağıyla.
Ne dünyanın terki vardı köyde ne de ahireti dert edinmeyen biri.
Bu ikili yan yana gelmişti köyde ve başlamıştı dirlikler birlikteliklerle.
Biri örgün eğitimin, diğeri de yaygın eğitimin temsilcisiydi.
Kaynayıvermişti köye ve bir fert olmuştu köylüye. Kürt değildi lakin yoktu asabiyet fikri ki Türk ile Kürdü kardeş bilmişti. Hak din ne güzel eyler birliği, hatta ta eskilerden eylememiş miydi Ermeni’yi dahi milleti sadıkadan? Biz böyle necip bir milletin torunlarıyız.
Ne de güzel anlatmıştı bize Hamza hocamız, öğretmenimiz…