Nazarımda Karadeniz’in simgesi olan Trabzon’u görüp gezmek, geride bıraktığım yarım asırlık ömrümde hep bir ukde olarak kalmıştı içimde; hem de bugüne kadar.
Renkli simaların, bir zekanın ürünü olan nüktedanlıktaki maharetlerin, cana yakın, sevecen, hareketli kişiliklerin coğrafyasında, iman dolu yüreklerin harmanı olan Karadeniz’in incisi Trabzon, hayallerimin başını çeken bir şehir olmuştu her zaman.
Malatya’nın Arapgir ilçesinde İmam Hatip Lisesi orta birinci sınıf öğrencisi iken, Trabzon’a hayranlığım iki öğretmenimizle başlamıştı. Hatta Trabzon sporlu oluşumun sebeplerinden bir tanesi ta o yıllara dayanır. Görmeyi arzulasam da oranın, bulunduğumuz mekanlara uzak oluşu, imkanların bugünkü gibi elverişli olmayışından kaynaklı olumsuzluklar, görmemizin önündeki en büyük engellerdendi. Kâbe sevdalısı bir Müslümanın gidemese de hasret ateşiyle yanıp tutuştuğu o kutsal mekanlara duyduğu arzu misali...
Daha sonra üniversitede tanıdığım Trabzon’lu arkadaşlar ve öğretmenliğe başladığımda yine bazı meslektaşlarım ile öğrencilerimden Trabzon’lu olanlarla kaynaştıkça var olan sevgim, daha da artmaya başlamıştı.
Tarihi okumalarımızda Fatih Sultan Mehmet’in burayı 1461 yılanda fethettiğini, Yavuz Sultan Selim’in valilik yaptığını, Kanuni Sultan Süleyman’ın burada doğduğu bir şehir olduğunu öğrendiğimizde daha bir meraklanmıştık bu güzelim şehre karşı.
Ve gün geldi, Bakanlık Kurum Temsilcisi olduğum bir görevle, nihayet hayalimin gerçekleşeceği şehre gidiyor oluyordum. Neden bu kadar merak diye soranlara, Anadolu’yu karış karış gezişimize mukabil Trabzon’a yolumun düşmemesi bir yana irfanî özelliğini muhafaza edişine olan hayranlığımdı.
Uçakta indiğimde, aldığım deniz kokusu, duyduğum martı sesleri, kıyıdan kuzeye doğru yükselen tepelerin yeşillikleri arasında gördüğüm ev manzaraları görmeye değer olup, anlatıma sığmayacak kadar tatlı ve şirin gelmişti bana... O an anlamıştım buraya gelin verdiğimiz yeğenimin ısrarlı davetini...
Daha sokaklarını gezerken hissediyorsun, Anadolu'ya damgasını vuran kadim geleneğin örf adetini. İnsanının cana yakın davranışından, dininden kaynaklı merhametini duyuyorsun sana açılan ağuşlarda. Coğrafyası gereği dar bırakılan şehrin iç sokaklarını gezerken kah İstanbul'un Beyoğlu'nu gezer gibi oluyorsun kah Fatih semtini. Kendini bir parçası gibi onların da seni kendinden kabul edişin tılsımlı havasını solurken, şehre ahenk veren modern köprü ve viyadüklerle çevrelenmiş geniş dubleli yollarla da şehre nefesin verildiği de gözlerden kaçmıyordu. Güzelim hizmetleri görünce Fatih ruhlu yöneticiler gerek diyorsun sokakları dolaşırken.
Kıyının paraleline kurulmuş bu şehir, doğusunda Rize, batısında da Giresun ile sınırlı bir coğrafyaya yayılmış planıyla kuzeyinde, sıra sıra yaylaların içiçe olduğu, cennet misali ormanlık bir araziye sahipti. Bu güzellikleri görünce kızıyorsun Trabzonlu’nun memleketlerini terk edip gurbete gidişlerine... Özellikle Arap turistlerin rağbet ettiği bu güzelim şehrin cennet misali manzarası, değil yabancıları, bizleri dahi büyülemekteydi.
Dikkatimi çeken ilk husus, şehrin deniz kıyısında ve tarihi bir derinliğe sahip oluşuyla, sanki Anadolu’nun Karadeniz’deki İstanbul yansıması gibi gelmişti bana...
Tarihi esrarın temaşasına hayranlığımız, aslında Anadolu irfanını oluşturan ruh kökünden kaynaklanıyordu. Trabzon’un manevi havasının, kalplere hissedilir derecede tesirinden etkilenmemek mümkün değildi. Birbirine yakın tarihi ve de yeni yapılmış camilerinde İstanbul makamı dediğimiz okuyuşlarla hafız olan imam ve müezzinlerinin Kur’an’ı tilavetleri, dinlemeye değer ve bir o kadar huzur verici idi. Bu sadalar insanı mabetlere bağlamaya ve hayran bırakmaya yetiyor ve artıyordu bile. Bu manada Ali Haydar Efendiyi yad etmemek mümkün değildi...
İskender Paşa Camiinde kıldığım akşam namazındaki hazzın bir benzerini, Konak Camiinde eda ettiğimiz yatsıyla tamamlıyordum. Fatih Camiine uğramadan olmazdı. İmam efendilerin bu donanımlı bilgi birikimi ve mesleklerindeki maharetlerini görebildiğim bir kaç ornekle ifade ederken ilk malumatları kendisinden aldıgımız Hasan beyin, daha ne cevherler var deyişinden, buradaki ilim ve irfanın engin bir zirvede olduğunu anlaman fazla uzun sürmüyor.
Meğer Trabzon’daki Ayasofya, kardeşi İstanbul’dakinden daha önce kavuşmuş hürriyetine
Sohbetimizin konusu çok samimi bir ortamda ve bir o kadar samimi insanlar arasından geçince, hemen oracıkta Karadeniz’in o kendine özgü, pratik ve çözüm odaklı hızlı bir refleksin neticesinde, fazla teferruata dalmadan, ama şehrin geneline şamil mücmel bir bilgilendirmeyi üç dört saatliğine de olsa öğretmenevi idarecilerinden Fatih beyin mihmandarlık yapacağı ufak bir tura karar verildi. Ancak o tadına doyum olmayan balık yemeğini yemeden, yöreye has o nefis sütlaçtan tatmadan, dervişin mazotu diye addedilen Karadeniz’in o demli çayından içmeden; hele hele bu ziyafetin şehrin ileri gelen eşrafın İbrahimî sofrasından, Yavuz Selim’in idare-i maslahat ruhu tahtında oluşu daha bir mana kazandırdı derin bir muhabbetin kalıcılığına...Ve diyorsun ki kuymuk ile mılhama da kalsın bir dahaki seferimize...
Nihayet turumuz başlamıştı. Kıyıya paralel batı istikametinde Sera Gölü’ne doğru giderken cennet mekan Abdülhamid Han Hazretlerinin rıhtımda yat ve gezilerin olmasını salık kılacak “Gülcemal Projesi”ni dinliyorduk Fatih beyden. Anlıyorduk ki Osmanlı ecdadımızın çok önemsediği bir şehirmiş Trabzon... Ve yine anlıyorduk karşı cephenin neden Trabzon’la uğraştığını. Çünkü burada yerleşik bir kültür vardı. Dejenere olmamaya direnen güçlü bir yapı vardı. Bir Eren Bülbül vardı bu topraklarda; vatanı uğruna canını feda eden hayatının baharındaki kınalı yiğit. Bir zamanların Nataşa furyası boşuna esmiyordu bu diyarlarda; Kur’an bülbülleri sussun diye. Bunları düşündüm hem de yol boyunca.
Ziyaretimize Trabzonspor’un tesislerini dahil etmeyi ihmal etmemiştik.
Derecik Mahallesinden, Akçaabat ve Tonya’nın yaylalarını buluşturan Trabzon’un iç kesimlerine doğru çıkarken iki vadi arasında zeminin çöküntüsü sonucu oluşan Sera Gölü’ne varıyoruz ve hayran hayran dalan bakışlarımızı almaktan güçlük çekiyoruz.
Dönüşte Kanuni Bulvarını tırmanırken “Er Doğdu”dan geçtiğimizin altını çizen mihmandarımızın bu hatırlatışı bize, sıradan bir söz gibi gelmişti ki Kanuni’nin doğduğu yer olmasından dolayı söylenen ve doğan kişinin erliğine vurguyu içeren anlamını duyunca daha bir dikkat kesilmiştik. Babası Yavuz’u Yavuz yapan bir şehir; Osmanlıya dünyanın en büyük padişahını kazandıran şehir, bir Sultan Süleyman hediye etmişti ruyi zemine...
Güzellikler arasından Boztepe’ye vardığımızda şehre hakim bir noktada olduğumuzu görüyorduk. Köşk ve sonrasında dönemin Trabzon Mebusu şehid Ali Şükrü Beyin kabrinde Yasinler, Fatihalar okuduk en içten dualarımızla. Çünkü o, haksızlık karşısında susmanın dilsiz şeytanlığını reddeden bir kahramandı. Zulme rıza göstermeyen milli mücadelenin asil yiğidiydi.
Nato yolundan inişimiz bizi Ahi Evren Türbe ve camisine götürmüştü. Buram buram hakikatin kokusunu aldığın İslam’ı bol bir şehir.
Botanik bahçeye vardığımızda manzaranın güzelliğinden yorulan bedeninizin yavaş yavaş kendine geldiğini hissediyorsunuz. Tabi ki Fatih’in torunu Fatihlerden dinlediğin güzel anlatımlı, yer yer serpiştirilen yörenin kendine has esprileri eşliğindeki sohbetler o günkü programın sonunu getirirken, Sümela için Maçka, sonra Ayder Yaylası ve Uzun Göl için de Çaykara sanki bize göz kırpıyordu; mutlaka gelin diye...
“Bir başkadır benim memleketim” özdeyişini bir başka anlıyorsun görünce memleketinin bu güzelliklerini.
Denize nispetle bir damlasına tekabul eden Trabzon'la ilgili bu anlattıklarım, elbette yetmez bir değerin hakkını vermeye. Trabzon, memleketin ana direklerinden bir şehirdir; çünkü ecdadımızın kendisine değer atfedişi, bize bunun böyle olduğunu göstermektedir. Bu manada atalarımızın izinden gitmek önem arz eder.
Sadece burası mı? Elbette değil. O yüzden unutmayacağız Anadolumuzdaki diğer kardeşlerini.
Urfa'da Göbekli Tepe, Hz. İbrahim (as)'in hatırası, Nemrut'un zulmü, Adıyaman'da Nemrut Dağı; Hz. Eyyüp (as)'ün dillere destan sabrını; Mardin'de Hasankeyf hikayesi; peygamberler şehri Diyarbakır; Hz. Nuh (as)'un şehri Şırnak'ın; Antalya'da Side'nin, Salihli'de Lidyalılar, İzmir'de Efes'in; Konya'da Mevlana'nın, Ankara'da Hacı Bayram'ın, Aksaray'da Somuncu Baba'nın, Eskişehir'de Yunus'un ve daha birçok tarihi öneme sahip şahıs, devlet ve olayların merkezi Anadolum...
Malazgirt'ten Anadolu'ya, oradan İstanbul'a; Viyana'nın kapılarını zorlarken bu, ecdadımızın hak yoluna ram oluşundandı.
Gezelim ve görelim; memleketimize sahip çıkalım.