Tarih boyunca İslam adına vaz’ (ortaya koyma) edilmiş bütün bilgiler değerli ve aslın ta kendisidir. Çünkü üretilenle üretim ziyadeye gidilebilir. Gidilen yol da, hayatta üzerine konulan bilgiler toplamından başkası değildir. Tedvin (toplanılan) edilen kıymeti, değer hazinesi gören her zevat (kişi) aslı ve asrı daha iyi kavrar ve yarınlara zamanın en doğrusunu, geleceğin de doğruya giden yolunu açar. Hülasa, bügün emeğin kaynağı geçmişin birikimi, üretilen yaşam için gerekeni, geleceğin de nüvesini oluşturur.
Ne yazık ki, tarih bize bu minvalde çok büyük sorumluluklar yüklemektedir. Kalbin iman feyzini taşıyan her yer yüzünün halifesi, hilafetini taşıdığı dünyaya hükmetmeye değil, aslıyla koruma gayretinde olmalıdır. Bilmelidir ki, hilafeti kendisine tevdi (bırakma, verme) eden Rab (CC), yaklaşmasını yasakladığı ağaçla da zayıflığını ve meylini izah etmiştir. Anlaşılmalıdır ki, eğer zaafa düşerse, şeytan ayağını kaydırabilir ve çukurun kenarına götürüp bırakabilir. Şeytanla yürütülen bu onurlu savaşta da kalplere inşirah bahşedene minnet duygumuz, en güzeliyle; yeryüzünün imar mücadelesi ile teşr-i mesai olmalıdır. İmana müteallik insan, öncelikle kendisine en güzelinde, Kitab-ı Azim Eş-şan’da, bahsedilen vasat yolu tercih etmelidir. Bu mübarek yolda azimle, sabırla, hakkı ve sabrı tavsiye ederek, adım adım yürümelidir. Bilmeli ki, bu günü imar için elindeki her bilgi bu günün en doğrusu, yarının da zamanına ışık tutacak doğrunun vasıtasıdır.
Yani bizler de her tedrisatla kesb edilenin, en hakiki evrensel bilgi olmadığı inancı vaki olmalıdır. Öyle de değil midir zaten? Yaşamak için milletler medeniyet oluşturma gayretiyle çalışır. Adeta zamanda var olmak, yer yüzüne hoş bir seda, adil bir sistem miras eylemek için gayret eder. En doğruyu bulma ukalalığıyla zaferini ilan ederken yeni bir bilgi ve yeni bir medeniyet onu tarumar etmiş farkında bile değildir. İşte burada kim aslın (İslam) idrakini anlamış ve asra söyletmişse kazanmıştır. Bilmek ve bilgi sınırlı değildir. Sınır ve zaman koyanlar bu dünya haritasından silinmeye mahkümdurlar.
Filozofya da asrı anlama kabiliyetinden olsa gerek, bilginin kaynağı üzerine her mütefekkir farklı bir yol izlemiştir. Sokrates, ahlakı bilginin gerçek kaynağı alırken; Platon, bilginin İdealar Dünyası’nda saklı olduğunu söyler. Ömrünü onu bulma gayretiyle geçirmiştir. Aristo, var olanı bulunduğu mekanda ararken bir Öz kavramı ortaya atmıştır. Gazali, bilgiyi marifet esasına dayandırmış ve aklı tek başına delil olarak savunanlara bir karşı tez oluşturmuştur. Taptuk Emre'nin tedrisatında mayalanan Yunus, ''Bir ben var benden içerü'' deyü o Ben'i arama gayretinde iken bugün bile üzerine eserler kalem alınan kültür bırakmıştır.
Yunan mitolojsinde Venüs tanrısı bilginin; Athena: Zeka, sanat, strateji, ilham ve barış tanrısıdır. Zamanla yanlışa saplanılmış ama en doğruyu bulma, asrı anlama gayreti hep var olmuştur.
İbn'ül Arabi, bilgiyi İlahi bir Mevhibe olarak ele almış ve arif olanı Hekim Bilge olarak tanıtmıştır. Hikmetin peşinde hakikati anlamaya çalışmıştır.
Bütün eserler bilginin kaynağından ziyade, bu günü anlamak ve bir medeniyet oluşturmak için birer tuğla koymuşlardır. Bilinmelidir ki, tarihin yanlışları bizleri doğruya götüren en doğru yanlışlardır. Doğrular da aslın, asırdaki hazır bilgileridir. Hülasa, İnşa edilen her yapı, ferasetle geleceğe söz söyleme sanatıdır. Kim ne kadar uzağa söz söyleyebilirse, söylediği yere kadar var olacak, konuştuğu zamandan sonra da yok olup gidecektir.
Mevlana Celaleddin Rumi,nin dilinden dökülen '' Ne olursan ol yine gel, bin kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel'' sözü öyle alalede söylenmiş bir söz değildir. Üzerine emek sarf edilmiş, tedrisatta diz bükülmüş, bilgi sevdasıyla hicret edilmiş; Rahmana olan aşkından olsa gerek, merhametinin yüceliğini kavrayan, güvenen, inanan bir kalbin sözüdür. Bu yüzdendir ki zamanın silemediği mübarek bilgi adeta kayalara nakşedilmiş gibi dillerde yaşamaktadır. Elbette bir gün mutlaka silinecek, çünkü Rabb'i anlayan kalbin dünya kelamıyla dillere düşen bu ilim, daha iyi idrak eden bir alim rücu edene kadar gidecektir. İşte tam da burada medeniyete ta’alluk eden emeği, mihne (zorla kabul ettirme) siyasetiyle değil, daha güzeli ile medeniyet oluşturabilen kazanacak.
Mevlana’nın koyduğu taşın üzerine konulan yaşanmış ve adanmış bilgi yarına yelken açabilecektir. Bizler Şeb'i Aruz törenlerinde şerbet içerken, ecnebi bir zevat, inancı cihetinde oluşturacağı, emek edilmiş, yaşanmış bir medeniyetle asra yeniden yön verebilir. Bizlere de sadece Mevlana ile övünmek kalır ki, o da oluşturulan kültürde ezilen evlatlarımız büyüyüp aslı asra söyletene kadar sürer. Değişmeyen asıl, asırda mucidini beklerken sinelerde derin acılar bırakacaktır. Yuvamızın baş köşesinde kıyamadığımız göz parelerimiz, selin önünde savrulan kütükler gibi yuvarlanacak ve bizlere de ya razı olmak ya da acıyarak/acınarak izlemek kalacaktır.
Ne acıdır ki, bu topraklarda oluşturulan bilgiyle yetinerek, en iyisini bulmuş edasıyla övünerek, bizden daha iyi kavrayan çıkmaz mantığı ile yol alarak zaman akarken; bir medeniyet bütün hayatımızı sarıvermiş ve sürüklenir olmuşuz. Oysa ürettiğimiz hakikatin, asıl bilginin; asırda en doğru hali ve asrın değişmesiyle aslın asra yine söyleyecek sözü olduğunu her daim idrak etmemiz gerekir ki: Kainatın ilk insanı ve Nebi'si Adem'e Allah (CC) aslı sahifelerle verirken, asrın dili ve asrın gücüne göre kelam etmiştir. Bütün Nebi’lerde asıl değişmemiş, fakat asrın idrakine asrın diliyle seslenilmiştir.
Asıl, Rab’bın gerçek bilgisi olduğuna göre, ‘’Benim anladığım asrın en doğrusudur.’’, sözümüz asırda ne kadar uzağa giderse o kadar ve o büyüklükte medeniyet oluşturulur. Akıl ve kesb edilmiş ilmin mihmandarı her insanın kaleminden dökülebilir. İlim bu yüzdendir ki, Çin'de bile olsa alınır.